22 Ağustos 2012 Çarşamba

Borobudur'un Doğuşu ve Yogya Tapınakları

Yogyakarta'da gamelan festivalinin başlamasını beklerken Borobodur tapınağını görmeye gittik. Evinde kaldığımız Ardian sayesinde, az trafikli yollarda, altımızda dereler, şelaleler olan köprülerden geçerek, Emre, ben ve Eric, Borobodur'un olduğu bölgeye vardık.. 


Ardian bize rehberlik edip, geri provaya döndü. Biz de bir şeyler atıştırdık, kendimize kişi başı 25.000 rupi'lik bir hostel bulduk. Temiz yatak, ortak ama güzel banyolu bir yurt odasında, üçümüz aynı odayı paylaştık.. Bol bol sohbet, muhabbet sonrası erkenden yattık gün doğuşuna kalkabilmek için.
Eric enteresan bir karakter; annesi İranlı, babası Çek, kendisi doğma büyüme İskoçyalı. :) Altı dil biliyor ve uzun zamandır yolda, Türkiye'de de epey vakit geçirmiş. Tanıştığı Avrupalılar'a İskoç'um, Endonezyalılar'a İran'lıyım diyor. :)
 Yol hikayeleri için, bakınız: http://tchecossais.blogspot.com/

Eric ve Emre



Sabaha karşı dört gibi kaldığımız hostelden çıkıp, üçümüz aynı motorda donarak gün doğuşunu izleyeceğimiz tepenin eteklerine gittik. Bana kızgın gelen değişik ezan sesi ve harika kuş sesleri içinde tepeye tırmandık. 

Bir sürü insan, tepede bizim gibi günün doğmasını bekliyordu.. Tabi herkesin elinde ayrı bir havalı fotoğraf makinesi..


 Biz şanslı insanlarız, çok sevdiğim arkadaşlarımla beraber bir çok günü, dağ, bayır ve güzel koylarda doğurma fırsatı buldum bu yaşıma kadar. Eş, dost ile ayrı bir keyfi olsa da, bu sefer hiç tanımadığım insanlar ile, sessizce günün ışıklanmasını beklerken içim ayrı bir güzel, sevinçler ile doldu. Güneş tüm canlıları fark gözetmeksizin aydınlatıyor işte, hepimiz bir ve aynıyız ne güzel diye düşünüp dururken, yanımda hiç tanımadığım onca turist de aynı şeyi düşünüyormuş gibi, bakıp gülümsüyordu birbirlerine; herkesin gözler parıl parıl, misti yani.. Özellikle her yeri güzel gülüşleri ile aydınlatan Japon çoğunluğu vardı. Ben bayılıyorum zaten sebebi ne olursa olsun herkesi bir araya getiren beraberlik hallerine, içten içe büyük kelebeklenmeler yaratıyor karın bölgemde . Yani gün doğuşu, gördüğümüz tüm tapınaklardan daha keyifliydi.




Gün yavaş yavaş aydınlandı, altımızda Borobodur'un stupaları ve yanardağ, arkamızda dolunay, nefisti..







Gün doğuşundan sonra eğlenceli patikalardan geçerek, hızlı bir kahvaltı sonrası Borobodur'a gittik..


BOROBUDUR

Borobudur UNESCO tarafından koruma listesinde olan bir tapınak, UNESCO el atınca giriş ücreti her yerde iki katına çıkıyor.. Yanılmıyorsam adam başı 150.000 rupi idi giriş ücreti.  Yani yaklaşık 40 TL, Endonezya için hiç ucuz sayılmaz ama yerel halka bedava tapınak girişleri. Öğrenciyseniz yarı fiyatı ödüyorsunuz. Bizim pasaportlar elçilikte vize uzatımını bekliyordu, Emre'nin nüfus cüzdanı da motor kiraladığımız yerdeydi. Ben nüfus cüzdanımı öğrenci kimliği gibi yutturmaya başardım. 
 Bizim ülkede de hala üniversite kimliğimi 30 yaş hali ile yedirebiliyorum öğrenciyim diye, minik insan olma avantajlarını seviyorum yani..
Kısacası yanınızda ne olduğu  fark etmez, bir kimlik bulundurursanız, indirimden yararlanabilirsiniz. Tapınağın hikayesini uzun uzun anlatmayayım, çok fazla yazılı kaynak var. 





Endonezya'da tapınaklara girerken Sarong takmanız gerekiyor. Hikayesini ve efsanesini başka bir yazıda anlatacağım.. Borobudur'a vardığımızda sabahın körü olmasına rağmen ana baba günüydü.. Lake Toba'daki gibi yine bir anda film yıldızlarına dönüştük bu kalabalığın içinde. Yerli halk, tapınaklara turist fotoğrafı çekmeye geliyor. Çok komik, her köşede sizinle fotoğraf çektirmek isteyen hatta abartıp imzanızı isteyenler oluyor. Sebebi hiç belli olmasa da, Borobudur'da bir çok insanın defterlerini imzaladık. Çok eğlenceli ve komikti..





Özellikle kızlar Emre'ye merhaba deyip, karşılık bulunca, çığlık çığlığa gülüşüp, birbirlerini dürtüp, bir şeyler diyorlar kendi dillerinde. 


Benim hayran kitlem, bu çeteydi. :)


Tapınak sakini

Borobudur, ihtişamlı ve görülmeye değer bir yer olsa da, yolunuz Yogyakarta'dan geçerse, mutlaka Prambanan ve Tara tapınağını ve şehir içindeki tapınakları görün derim..  Biz dünyanın en büyük Budist tapınağı Borobudur dönüşü, en büyük ve ünlü Hindu tapınaklarından biri olan Prambanan'a gittik. 



Kalabalıktan baygınlıklar geldiği için en çok ziyaret edilen Şiva ve Vişnu tapınakları yerine, Candi Plaosan'a gittik. İyiki de öyle yapmışız, bu tapınakta gezerken sadece biz vardık, böyle olunca keyfi başka oluyor ve ruhani olarak da bir şeyler hissedebiliyorsunuz. 




Fotoğraf albümüne döndürmüşüm yazıyı. Tapınak ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra yeniden Yogya'nın şehir merkezine geldik ve son üç günümüzün gündüzlerini şehir sokakları ve Milas adlı eğlenceli bir kafede keyif yaparak, akşamlarını ise Gamelan festivalinde geçirdik..












19 Ağustos 2012 Pazar

Wayang Kulit: Kukla Şovu


Yogyakarta ve Bali'nin önemli sanat ve kültür aktivitelerinden biri kukla şovları. Gölge oyunu (wayang kulit) olarak da adlandırılan bu oyunlar geleneksel ve ahlaki olarak da büyük önem taşıyorlar ve kutsal kabul ediliyorlar. Onuncu yüzyıldan beri gösterimde olan bu oyunlarda ünlü Hint destanları Ramayana veya Mahabharata konu ediliyor. Kuklalar bufalo derisine işlenerek yapılıyor, yakından bakınca gerçekten inanılmaz bir el işçiliği var.




Sahnenin   hemen arkasında kuklacı ve anlatıcı, onun arkasında Gamelan topluluğu ve koro yer alıyor. Sahnenin önünde  de gölge oyununu izleyen seyirciler  şeklinde gerçekleşiyor şov.



Okuduğum kadarı ile, sahne dünyayı, sahneye yansıtılan hindistan cevizinden yapılmış ışık güneşi, sahnedeki kuklalar ruhları, kuklacı(dalang) ise ulu güçleri ve tanrıları sembolize ediyor. Performans sırasında tanrı gibi olan kuklacı, aynı zamanda hikaye anlatıcı, hiç bir metine bakmadan, bazen tüm gece aralıksız olarak hikaye anlatıyor ve hem oyunu hem de müzisyenleri yönetiyor. 



Oyunun anlatımı eski Java veya eski Bali dilinde oluyor. Endonezya'da diller kast sınıfına göre ayrılıyor. Kukla oyunları, en yüksek kastın dilinde, yani krallara, rahiplere ait olan dil. On guruba ayrılan bu dilin, bugün yalnızca ilk üçü konuşuluyor. Onuncu dili bilen ve o mertebeye ait çok az insan var. Dolayısı ile bir tek biz değildik performansın dilini anlayamayan. Bir kuklacının hikaye anlatabilmesi için bu en yüksek sınıftaki dili ve diğer dilleri bilmesi gerekiyor. Genelde babadan oğula geçen kuklacılık ve hikaye anlatıcılığı uzun eğitimler ve diğer mistik  deneyimler sonunda kazanılıyor. Yelpaze şekline benzer figürler Himalaya dağlarını sembolize ediyor.  İyi ve soylu karakterler sağ tarafta, kötü karakterler sol tarafta yer alıyor.










Özellikle şeytansı, kötü karakterleri Siyah Kalem'in eserlerine benzettim ben. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Mehmed_Siyah_Kalem) Sanatsal, mimari ve dinsel anlamda birbirine benzerlik gösteren bir çok şey var aslında, hep ilgimi çekmiştir. İyi ki Jung ve kolektif bilinçaltı kavramı var, birazcık da olsa insanın tüm bu benzerliklere anlam verme ihtiyacını doyuruyor.



Bizim gittiğimiz performans Ramayana'ydı. Bu performans normalde tüm gece sürüyormuş, bizim izlediğimiz, iki saatlik kısa olan versiyonuydu ve şansımıza gösteri kalabalık değildi.  Böylece hem sahne önünde, hem de sahne arkasında vakit geçirebildik. Emre müzisyenleri kaydetti, ben de şovu görüntülemeye çalıştım. 






Şov başlamadan önce kukla yapımcısı yanımıza geldi, ısrar kıyamet tüm işlerini gösterdi. Çok nefis işçilikleri, ne işime yarayacağını bilmesem de almak istediklerim oldu aralarından. Almayınca, belki yarın gelir alırsın ya, dedi.. Endonezya'nın klasik durumu, umut kesilmez.. Araç istiyor musun? Hayır. O zaman yarın için düşün gibi her konu ve ürün için bu durum böyle devam ediyor ve her cümlenin sonuna ya ekliyorlar. ''Maybe tomorrow yaaa?''



Şov sonrası delirmiş bir trafik ile egzoz banyosu yaparken, nefis bir dolunay vardı gecemizi aydınlatan.. 


16 Ağustos 2012 Perşembe

Yogyakarta'ya Giriş

  


Yogyakarta'ya (ya da Jogjakarta) gitmeden önce hakkında çok güzel şeyler duymuştuk. Java'nın doğusunda Hindu azınlığın yoğunlukta olduğu, sanatkarları, batik ve gümüş işçiliği ile ünlü hoş bir  görüntü oluştu kafamızda. Endonezya'nın kalabalık ve pis şehirlerinden daha farklı beklentilerim vardı kısaca.. Ama trenden iner inmez hala Endonezya'da olduğumuzu hatırladık hemen.  Yine de kültürü, kukla tiyatroları ve diğer sanatsal/zanaatsal zevkleri ile aklımda güzel bir deneyim olarak kaldı bu şehir.. Sadece beş gün geçirmiş olmamıza rağmen sanki aylarca kalmışız gibi; anlatmak istediğim bir sürü şey var. O yüzden bir kaç başlık altında eklemeyi düşündüm Yogyakarta izlenimlerimizi.

Daha sonra öğrendiğimiz üzere, Jogjakarta'lı olmak, ki kısaca Jogja'lıyım diyorlar, bir ayrıcalık. Evinde kaldığımız çocuk da ben Endonezya'lı değil, Jogja'lıyım diyordu. :) Ülkenin en aydın nüfuslu yerlerinden biri bu şehir. Yine çoğunluk koyu Müslüman olsa da, ülkenin en iyi üniversitesi ve en çok sanat aktivitelerine  Jogja ev sahipliği yapıyor. Ülkenin başındaki sömürgeci güçlere karşı bağımsızlık mücadelelerinin de başkenti, o yüzden ayrı bir gurur kaynağı bu şehir.


 Uzakdoğu'nun  turistik şehirlerinin sevilen bisikletli faytonu




Tren garının olduğu bölge, Jogjakarta'nın en turistik kısmı; batik, kraliyet sarayı, diğer alış-veriş mekanları ile ünlü Malioboro caddesine yakın. Biz de adımımızı gardan dışarı atar atmaz, bize fazla fazla yardımcı olmak isteyen insanların ısrarları ve zorlamaları arasında kaldık yine. Çok yorgunduk, hızlıca bir şeyler atıştırdık, CouchSurfing'den bulmuş olduğumuz dünya tatlısı Ardian'ın evine, derdimizi anlatmakta zorlana zorlana otobüs ile gittik. Ardian, gamelan (http://en.wikipedia.org/wiki/Gamelan) sanatçısı ve biz gittiğimizde gamelan festivali için hazırlandıkları provaya gitmek üzereydi.. Çok yoğun olmasına rağmen bize her anlamda çok yardımcı oldu. Birlikte hoş sohbetler etme fırsatı bulduk.



Kaldığımız ev dediğim yer, büyük bir avlunun etrafında odacıklardan oluşan, geceleri dev farelerin çığlıkları ile uyandığımız bakımsız bir yerdi. Öyle fare görünce çığlık atan bir karakter değilimdir, tarla faresine filan da bayılırım, ama bu farelerin gece çıkartıkları sesler, zaman zaman uyku geçişlerinde oldukça tripli anlar yaşamama neden oldu. Bu mekanı bir kaç aile paylaşıyor, tuvaletler ortak, Medan yazımın resimlerindeki gibi klasik Endonezya tuvaleti görüntülerine sahip, köhne yapılar aslında. 

Normal koşullar altında ayıp olmasın diye bir şey söyleyemesem de, içten içe ya Emre'ye, ya da parasız olma koşullarımıza söylenerek, konaklama durumumuz yüzünden hayatı kendimiz için zorlaştırmayı başarırdım. Ama kalmaya para vermemek iyi olacaktı. Zaten o kadar yorgundum ki, oturup mızmızlanacak halim de yoktu. Al sana yol deneyimi işte dedim durdum kendime. Tuvaleti görünce duşa girme isteğimden de vazgeçtim. Zaten yıkanmanın anlamı yok, sokağa çıkınca egzoza, dumana, yanık çöp ve plastiklere bulanıyorsun. Biz de eşyaları odaya attığımız gibi Ardian'ın provasını izleyeme gittik. Ve Jogjakarta'da geçirdiğimiz beş gün boyunca bu odada deliksiz uykular çekip, en son gün başka CouchSurfing'cilerin de gelmesi sonucu, yatak olmadığı için yerde bile keyifle uyumayı başardık. Kısacası kendimi biraz olsun aştım sanırım.. Ama tek başıma kalmazdım herhalde burada. Yanımda Emre olunca mekan ve her şeyi gevşetmek kolay oluyor uyuma anlarında. O zaten gittiği her yerde yastığa ulaşana kadar uyumuş oluyor kolayca. 

Sonuçta, geriye dönüp bakınca iyi ki de Ardian ile zaman geçirmişiz ve o evi paylaşmışız diye düşünüyorum. Hostel ve pansiyon odalarındaki manzaradan, gittiğiniz ülkenin gerçek nabzı çoğu zaman anlaşılmıyor. Ardian sayesinde ülke hakkında çok ilginç şeyler öğrendik. CouchSurfing'in de güzelliği bu zaten; ucuz seyahat fırsatının yanında, bulunduğunuz yerdeki insanların gerçek hayatlarından bir kesit görüyor ve başka türlü hiçbir şekilde bilemeyeceğiniz, duyamayacağınız şeylere tanık oluyorsunuz.





Gamelan provası kilisedeydi. Ardian da Java'nın küçücük Hristiyan nüfusuna dahil. Endonezya'da her yerde serbestçe sigara içiliyor. Sigara içmeyen yok, camilerde de içiliyor mu bilemiyorum.. Provada herkes sigara içiyordu. Keyifli oldu çok provaya gitmek. Biz konservatuarda okurken gitmek zorunda olduğumuz orkestra provalarını hatırladım. Ne kadar stresli ve sıkıcıydı. Hala rüyalarıma girer o anlarım.. Oysa burada şef ile herkes arkadaş, herkes devamlı gülüyor, birlikte eğlenerek müzik yapıyor ve böyle olunca herkes severek yapıyor işini. Bir kıyaslanma veya azarlanma stresi okunmuyor gözlerden. Gamelan, aslında bir  enstrumanın farklı kısımlarını çalan bir topluluğa verilen isim. Aynı zamanda tamamı vurmalılardan oluşan bu enstrumanın da adı.  Ben hayatımda ilk kez Gamelan gördüm. Şu anda Bali'deyiz ve burada da gün içinde sürekli bir gamelan fonu hakim. Gerçi Jogja ile Bali'nin tarzları farklıymış. Artık hayatın bir parçası gibi, hemen tüketip alışmış olsam da bu enstrumana ve toplu müzik yapılma anlarına, bu diyarlardan gidince özleyeceğim seslerini..  Biz Jogja'dayken, şansımıza üç günlük Gamelan Festivali başlamak üzereydi, prova da onun içindi.

Gamelan provasından kısa bir izlenim...




Gamelan festivali ve kukla şovu ile ilgili daha ayrıntılı ayrı bir başlık açıp altında yazmayı düşünüyorum. Çok fazla malzeme var elimizde, hem ses kayıtları, hem de fotoğraf olarak.

Gamelan'ın yanı sıra, Endonezya'nın her yerinde olduğu gibi burada da sokaklar müzisyenler ile dolu. Bu ülkenin hemen hemen her yerinde karşılaşacağınız hava kirliliği, egzoz, çöp, parasızlık ve doğal felaketlerin sebep olduğu durumlar içinde herkes devamlı gülüp, şarkı söylüyor. Söyledikleri şarkıların nelerden bahsettiğini anlayabilmek isterdim. Gerçekten hem kendilerini hem de turistleri iyi hissettiren şahane bir terapi müzik..



 Video'nun kalitesi çok iyi olmasa da, sokak cümbüşlerinden bir kesit..


Halk pazarından sabah manzaraları

Jogjakarta'nın en sevdiğim özelliklerinden biri nefis yemekleriydi. Eskiden sokaklarda yemek yemeye biraz zorlanıyordum. Bu şehre varınca, altı aylık Uzakdoğu yaşantısının alışkanlığı, rahatlığı geldi sanki üstümüze. Şimdi direk sokakta yemek yiyoruz, hem daha ucuz oluyor, hem de önünde piştiği için yemek, daha temiz sanki. Sokakta iki kişi içecek dahil, 20.000 Rupi'ye (4 TL) doymak mümkün oluyor. Biz çoğunlukla yerel yemekler tüketsekte, genelde kafe ve restorant gibi yerlerde yiyorduk. yani masası sandalyesi olan, servis yapılan yerlerde. Böyle olunca,  yemek başına 20.000- 45.000 veriyorsun ve para daha çabuk bitiyor normal olarak. Batı mutfağı yemekleri ise genelde 45.000'den başlayıp, 250.000'e kadar gidiyor her yerde. Düzgün balık ve deniz ürünleri bizim ülkemize kıyasla çok ucuz olsa da, yine de diğer yemeklere göre pahalılar. Ve güneş altında sıcakta bekleyen balık ürünlerini yemeye çekiniyorum hala sokakta. Şimdi gittiğimiz rotaları bir daha yapsak, yemeğe daha az para harcayacağımız kesin. Gittikçe hem ucuz hem güzel ürünlere ulaşmayı daha iyi öğreniyoruz sanki. Kısacası Endonezya yemekleri, özellikle de Jogjakarta, bana rahat ve güzel geldi.  



Endonezya'da köpek başta olmak üzere, fare, yılan, monitor, kısaca var olan her şey yeniyor. Koyun kuzu yemekle bir farkı olmasa da, bilinçli olarak köpek yemeyi denemek istemedim.. Artık gördüğüm haşlanmış tavuk ayaklarına da çok korkunç bir şeymiş gibi bakmıyorum. Ama yemiyorum hala.. Nasi goreng, (sahanda yumurtalı ve sebzeli pilav), Gado gado (haşlanmış sebze üzerine nefis yerfıstığı sosu), nasi goreng ayam (pilav ve tavuk kombinasyonu), mie goreng (wokta noodle) Endonezya'nın  her yerinde karşınıza çıkıyor. Jogjakarta'ya has olan Gudeg adlı yemek ise favorimdi benim. Palmiye şekeri ve Hindistan cevizi içinde kaynatılan olgunlaşmamış Jack Fruit yemeği, pilavla güzel gidiyor. Tempe ise bir çeşit işlenmiş soya (fakir adamın eti de deniyor bol protein içerdiği için), o da her yerin vazgeçilmesi. Fıstık seven bir insan olarak Endonezya nefis bir yer. Her yemeğin içinde bolca fıstık veya fıstık sosu bulunuyor. Bir de  sadece Jogja'da gördüğüm, kopi jass denilen bir içecek var. Cızır cızır kor halinde bir kömür parçasını atıveriyorlar kahvenin içine, tadı çok nefis. Teh botol, yani şişede soğuk yasemin çayı da bu diyarların keyifli ve ucuz içeceklerinden.






Bubur, bir nevi pirinç lapası, sebzeli ya da tavuklu seçenekleriyle Endonezya'lıların kahvaltılarını süslüyor.



Jogjakarta'daki zamanımızın büyük bir kısmı Gamelan festivalinde ve vize uzatma işlemlerini beklemek ile geçti. 4 Ağustos'a kadar bir ayımız daha oldu. Bu sırada bol bol sokak müzisyeni dinledik, bir sürü tapınak gezdik, kukla şovuna gittik, batik hakkında yeni şeyler öğrendik. Ardian ve Eric ile uzun sohbetler ettik. Altı ayın sonunda her yeri yırtılmış ya da çürümüş t-shirtlerimizin yerine yenilerini aldık. :) Motor ile gezerken bol bol egzoz banyosu yaptık, gözlerimiz herkesler gibi kıpkırmızı oldu. İkimizin de ayaklarındaki sandalet izleri kalıp şeklinde kopyalandı güneş tarafından.. Ucuz yemek ve beleş kalmanın açığını vize ve tapınak giriş paraları ile ödedik. Jogja'da olma ayrıcalıklarını her türlü yaşadık yani..





Gamelan Festivalinden 











6 Ağustos 2012 Pazartesi

Java: Jakarta'dan Yogyakarta'ya

Bukit Lawang'dan yine komik, tıkış tıkış bir halk otobüsü ile Medan havaalanına vardık. Vize ve hastalık durumları olmasa, kara yolu ile geçmek istediğimiz Sumatra'ya veda edip, hayatımda gördüğüm en atmasyon havaalanlarından birinden geçerek, Jakarta'ya uçtuk.

Böylece Java adasına varmış olduk. Arkeoloji okurken antropoloji derslerinden tanıdığımız,  insan evrimini açıklayan en önemli bulgulardan 'Java Man'in (Pithecanthropus erectus ya da Homo erectus) vatanına ayak bastığımızı bilmek ayrıca keyiflendirdi.



Java Man


Java dünyadaki en kalabalık adalardan biri. Nüfusu 135 milyon. Başkent Jakarta ise ülkenin en kalabalık şehri. Sık sık okuduğum şehir yorumlarında, birçok gezgin Jakarta'yı Durian meyvesine benzetiyor. Durian kadar  büyük ve kötü kokulu bir şehir çünkü. Havaalanından gece saatlerinde çıkmış olmamıza rağmen, korkunç bir trafik bekliyordu bizi. 


Trafik yüzünden gıdım gıdım ilerlerken, ellerinde ukuleleleri ile ailecek müzik yapıp, duran arabalardan para isteyen bir sürü insan gördük. Sadece iki gün geçirdiğimiz Jakarta'da da, anladığım kadarı ile tüm kozmopolit şehirler gibi zengin ve fakir arasında ki uçurum çok fazla. Sumatra'dan sonra gökdelenler, asfalt yollar falan bir garip geldi. Sumatra üvey evlat resmen. Uzakdoğu Asya'nın en popüler ve turistik aracı tuktuklar. Tayland'daki tuktuk çılgınlığının aksine Sumatra'da bol bol becak vardı, Jakarta'da ise Tayland'dakinden biraz daha farklı tipte tuktuklarla karşılaştık yeniden. Bemolar ise her yerde farklı tipte, genelde arkadan binilen küçük kamyonetler (ya da büyük tuktuklar). Sevimli gözükseler de, inanılmaz gürültü çıkarıyorlar ve egzoz dumanına boğuyorlar tüm şehri. Tayland'dakiler ne kadar temiz ve sessizmiş..



Neyse, sonuç olarak Jakarta şehir merkezine vardığımızda oldukça geçti saat. Buranın Khao San'ı olan Jalan Jaksa'ya gittik. Bangkok'taki Khao San kadar haraketli olmasa da, reggae barlarında çalan canlı müzik guruplarının kalitesine inanamayarak, bir oda aradık. Sumatra'da 40.000 rupi'ye oda bulabilirken, bu sokakta bulabildiğimiz en ucuz oda 90.000 rupi idi (yaklaşık 18 tl).



Jakarta'nın farklı yüzleri, fotolar: http://www.travelvivi.com

 Ertesi sabah erkenden gidip bir sonraki sabaha tren bileti aldık, ve tüm günümüz gökdelenler arasında sıcaktan pişerek, alışveriş merkezlerinde fotoğraf makinesi arayarak geçti. Her sokakta bir sürü AVM olmasına rağmen hiç makine bulamadık. AVM'lere girince ülke, mekan birbirine giriyor. Alışveriş merkezleri her yerde içindeki dükkanlara kadar hemen hemen aynı ve sıkıcılar. Tüm günümüz böyle fotoğraf makinesi peşinden geçti gitti. Görmek istediğimiz hiç bir yere gidemedik, eski şehir merkezi olan Kota gibi mesela. Sonunda şehrin bir ucunda, alakasız  bir sokakta fotoğraf makinesi bulduk, 200 dolara bir makine aldık. 400-800 dolar arası nefis makinelere gözümüz gitti, geldi. Elektronik eşya fiyatları aşağı yukarı Amerika fiyatarı gibi, bizim ülkeye kıyasla ucuzca. Ama 200 dolar bile gereksiz bir masraftı bizim için. Neyse sonuçta yeniden makinemiz oldu.

  Jakarta o kadar pis ve gri ki, insanlar göz damlaları ile geziyorlar.  Klasik insan kafası, kendi ellerimiz ile saçma sapan sorunlar yaratıyoruz. Esas sorunu çözmek yerine, göz damlası gibi gereksiz ürünler üretip, birilerine para kazandırıyoruz. İnsanların bir kısmı maske ile geziyor Endonezya sokaklarında. Gerçekten nefes alması bile zor bir yer. Bu kadar sıcak tropik bir iklimde beton ve asfalt iyice soluksuz bırakıyor insanı. Odaya gidip yüz yıkanınca leş gibi simsiyah egzoz akıyor yüzünden. Jakarta'nın yerel halkına içki içmek haram olduğu için, gençlik kendini ectasy'ye vurmuş.. Yine de bu kadar çok sosyal ve maddi baskı olan yerlerde hayatın karikatür gibi olmasından dolayı, grafiti, müzik gibi ifade yöntemleri istenilenleri anlatma biçimi olmuş. Gerçekten çok güzel şeyler gördük bu anlamda, resmedemesem de.

Ertesi sabah çok erken saatteydi trenimiz, o yüzden kalmaya para vermemek için bir kafede sabahladık. Burası da o kadar kalabalık bir şehir ki, sokaklar İstanbul gibi her saat insan ile dolu. Sabah beşte tren garına trafikle cebelleşerek gittiğimizde, tek beyaz insanlar olarak çok ilgi çektik yine. Geneli sakallı, takkeli, minicik kızların bile her yeri örtülü Müslüman popülasyonu manzaraları vardı garda. Kolsuz t-shirt ile yürümek biraz zor oldu bakışlardan. Yine de güler yüzlü sayılırlar, takkeleri ve upuzuun sakallarına rağmen.. Pislik, aralıksız yere tükürenler, bağırış, çağırış, değişik ezan sesleri ile beklerken tren gelmek bilmedi. Bizim ülkede beğenmediğiniz tüm şehir sorunlarını bir kaç kere çarpın, alın size Endonezya şehir yaşamları..

  Jakarta Pasar Senen Tren Istasyonu by morminor
Jakarta'da tren beklerken garda biraz ses kaydı yaptı Emre, sizinle de paylaşalım dedik. 

 Uzakdoğu'da her zaman upuzuuun bir sırada beklerken, turist olarak öncelik bize veriliyor. Herkes saatlerce beklerken, görevliler bizi çağırıyorlar, hep en az sıra bekleyen biz oluyoruz. İşime geliyor olsa da, sinir oluyorum. Bizim ülkede de gereksiz bir yabancı sempatizanlığı vardır, ona da uyuzlanıp dururum. Endonezya'yı çok sömürmüş olsa da beyaz ırk, (özellikle Hollanda ve Portekiz'liler) hala üstün olan beyaz olan gibi yani, bir acayip..  

Yine de her zaman havaalanları, tren ve otobüs garlarından insan manzaraları izlemek keyifli oluyor..






Yogyakarta trenimiz tabi ki geç geldi. Endonezya'da size yolculuk için söylenen kalkış saatlerine kesin en az 1 saat eklemek gerekiyor. Varış saati ise tamamen belirsiz. Bir yere vaktinde vardığımız olmadı hiç. Tren yolculuğu sanki sonsuza kadar sürdü. En ucuz olan trene binmiştik. Klima falan beklemiyorduk zaten. Tren vagonunun bir tarafındaki pencereler hiç açılmıyor, diğer tarafta en üstte minicik camlar var. Zaten çok sıcak olan bu havada, iyice bir sera etkisi  içinde yolculuk ettik gibi oldu. Kısa süre içinde vagonlar tamamen çöp içinde kaldı. Her kadının kucağında bir sürü çocuk, bağırış, çağırış içinde fakir insan manzaraları.. Yerde yatanlar, acayip kokular falan. Yolda giderken ekilmemiş tek bir alan görmedik. Sumatra'dan, Java ve Bali'ya kadar her yerde ya barınaklar, ya prinç tarlaları var.  Özellikle Java'yı kara yolu ile boydan boya geçtik ve insan eli ile dümdüz olmamış tek bir boşluk görmedik.



Yogyakarta'ya vardığımızda akşam olmak üzereydi.. Trenden çıkıp kendimize gelmek için bir yerlerde soluklandık ve Couch Surfing'den bulduğumuz, evini paylaşacağımız çocuğun evine vardık.